4 Nisan 2013 Perşembe

Ayaklarımı Saklamıyorum


Gökyüzü çocukluğumda bir salıncaktı. Yağmur tanelerini savuruyor rüzgâr ağaçların arasından bir şeyleri fısıldayarak. Bunu daha önceden duymuş olmalıyım. Yabani incir ağaçları o yaz sonu yapraklarının arasında saklıyordu o kokuyu. Hemen o ağaçların alt tarafında kurumayı yüz tutmuş yaşamların kanıtı küçük bir mezarlık. Öykü burada başlıyor. Diz kapaklarımın uzantısının gömüldüğü yerde. Oradan geçiriliyorum. Diğer mezarların arasında kuytuda bir parçam gömülü… Ona bu kadar yakınlaşıp asla bütünleşemeyeceğini bilmenin sızısı doluyor içime.
Rüyaların insafsız yanları vardır. Olmayacakları olmuş gibi yaşarsın. Uyandığında gördüklerinin, yaşadıklarınla örtüşmediği anlayıp, içindeki uçurumu derinleştirirsin. Asla bir daha yan yana olamayacağını bildikleri o köprünün kenarında durup yüzüne bakar, en güzel cümlelerini senin için söyler. Uzanıp tutuverecekken, bir kara büyücü pelerinini atar üzerine. Sesim bir boşlukta çınlıyor. Ruhum sonra odaya dönüyordu çıkıp gittiği o kapıdan. Kısacık bir an bildiğin tüm öğretileri unutup zamanı koklamaya çalışırsın. Ben de öyle yapmış olmalıyım. Yastığımın içine gömülmüş, kuş tüylerinin üzerinden kalkmaya çalışıyorum. Bir kez daha koşamayacak olduğumu, o sabah karanlık suların gerisindeki ülkede yaşayacağımı kabulleniyorum.
Dizkapaklarımı günlerdir ovuyorum. Yağmurun yağacağını önceden tahmin edebildiğimden değil üstelik bu. Hemen oradan ölmeye başladığımı ve oradan doğacağımı biliyorum. İnsanın yaşamak için dizkapakları olmalı. Hani varken farkına varamadığımız nice şey gibi yitip gittiğinde anlıyoruz kayıplarımızı.
Küçük bir çocukken büyük ağaçların altında durur, başımı gökyüzüne doğru kaldırır, ağaç dallarının arasından görebildiğim bulutlara bakardım. Her an yağmur yağacak gibi hissederdim o manzarada. Ağaç beni koruyacak. Küçük dalları saracak bedenimi. Yaprakları saklayacak yüzümü yağmurdan. Ayaklarımı gizleyecek yer bulamazdım. Bağırırdım karşı tepelerdeki evlere.
-“Ayaklarımı saklayamıyorum”.
Tanrı küçük bir sandık verdi bana ayaklarımı koyabileceğim. Korktuğumu anlayıp yüzüme bakarak güldürdü beni melekler. Yine de bu saklama oyununu ciddiye aldı Tanrı. Geri isteyebilecek yüzüm yok.
O kayaların arasında uzanmış yatıyorum. Ölmüş olduğumu düşünüyorum. Zaman öyle sessiz geçiyor ki taşların altında. Serinlik aradığımız o yaz günü, bir akrep gibi saklıyorlar beni dağın sırtında görünmezler. İleride bir işçi makinesi var benim gibi gömülmüş. Son günlerde yaşadıklarımı bir yana koyarak o anı hatırlamaya çabalıyorum. Kayaların birbiri ardına üzerimize düştüğü o anı. Belleğim bu küçük görüntüyü getiremiyor gözlerimin önüne. Oysa yıllar öncesindeki unutmam gereken başkaca sayısız an orada çok canlı. Bütün eşyaları kamyonete dolduruyor babam. Kolları incelmiş, yüzünden aşağıya akıyor ter. Annem her şeyi özenle kutulara yerleştirmiş. Mahalleli kadınlar toplanmış ağlıyorlar. Elimde oyuncak bir araba var. Odanın orta yerine oturtmuşlar beni. Tahtanın üzerinde ileri geri sürüyorum oyuncağımı. Bir ara kapının yanına kadar emeklemiş ve merdivende konuşulanları işitmiştim. Sözcükler bildiğimiz anlamları vermez bazen. Bir fısıltı biçiminde dökülüyor cümleler.
-“Ölecek yer bulamayasın Refik. Bu sabi ile bu zamanda kapı önüne konulur mu genç bir kadın”.
Bu olayı gördüğüm günlerin üzerinden çok geçmiş, başka bir kasabadayız. Hafızamda sanki özel bir şekilde kazılmış başka bir an gibi duruyor. Kan kusuyor bir adam yatakta. Ellerindeki bezlerle kadınlar siliyorlar adamın ağzından gelenleri. Annem hıçkırıklarını tutamıyor bir zaman sonra. İki kadın konuşuyorlar yine o fısıltıyla.
-“Yatacak yeri yok bu adamın. Sana çektirmediği kalmadı ayaktayken”.
İki hatırladığım konuşmanın aynı kişi için yapıldığını anlamam zaman alacaktı. Şimdi ağzının kenarında kan lekesi olan adam beni uyandırmaya çalışıyor zamanların ötesinde. Gözlerim bir sis perdesinin arasındaki nesneleri seçmeye çalışıyor gibi kısık. Çığlığım içime gizlenmiş. Sesim yok. İş makinelerinin uğultusu da yok. Çıt yok. Biraz kan hepsi bu. Ellerimin arasında kendi kanım.
Küçük bir odadan baktığım deniz alabildiğine mavi. İlk uyandığım günün aksine bu görüntü beni dinginleştiriyor. Başka bir anı hatırlatıyor. Bulutlar oradalar gördümdü, hemen denizin bittiği yerde toplanmışlardı, küme küme beyazdılar. Kıyı boyunca yüzlerce insan toplanmış, denize giriyorlardı. Birkaçının uzanmış, ellerindeki kitabı okumaya çalıştığını gördüm. Ben bir yerden geliyordum yol boyu. Geldiğim yerlerde insanlar ağaçların altında durmuş konuşuyorlardı bir giden hakkında. Gökyüzünde maviler beyazlarla yan yana ilerliyordu. Çocukluğumun görüntüsünü fotoğraflayacak olsa biri; beni orada, kıyıda kumların arasında otururken bulur. “Günlere bakıyorum buradan” diyen yaşlı kadının aksine, ben dünlere bakıyorum. Camların üzerine yer etmiş kirin kapattığı görüntüler gibi yer yer siliniyor baktığım şeyler.
İki kişiyiz o gün. Ne kadar çabuk bitirirsek işimizi o kadar hızlı gideceğiz şehre. Kalabalıklar arasında dolaşmayı özlüyoruz. Eski bir binada uyuyor, ışık girmeyen odanın küfünü yiyoruz aylardır. Buraya neden geldiğimi soruyorum çoğu kez kendime. Odanın diğer köşesinde yatan Rıza, belirsiz şeyler mırıldanıyor uykusunda. Bazen onun söylediklerini not ederdim. Sabah uyandığında söyledikleri hakkında konuşurduk uzun uzun. Korkuyla uyandığı da olurdu bazı gece yarıları. Karanlık gecelerde o mu beni, yoksa ben mi onu koruyordum?
Bu küçük ellerimle tuttuğum kazmayı taşlara vuruyor, koca dağı parçalamaya çalışıyordum. İşe başladıktan birkaç gün sonra hem makinelerin gürültüsüne alışmış, hem de yaptığım rutin kazma sallama olayı başka şeyler düşünmemi engelleyemez olmuştu.
Çoğu zaman trene atlayıp Anadolu’nun içlerinde şehirlere gitme hayalleri kurardım. Onunla bir ömür düşlerdim. Siyah saçlar arasında küçük bir yüz, yaşama nedenim. Son gördüğüm günden beri aylar geçti. Onunla aynı şehirdeki son sabahımda dolaptaki parfümden üzerine sıktım ve kokladım onu kendimi koklamaya çalışır gibi giderken. O ben koksun. Hep ben olsun diye. Sonra bu uyumaya çabaladığım yatakta ara sıra şişenin kapağını açıp aynı havayı solumayı denediğim de oldu.
Kayaları ellerimle itmeye çalışıyorum. Bedenim bir baştan ve kollarımdan ibaret sanki. Hiçbir şey hissetmiyorum orada taşların altında. Ölmüş değilim. Uzun bir uyku olmalı ölüm. Günler süren uzun bir uyku anını yaşıyorum. Kötü bir kâbus olmalı. Birileri peşimden koşuyor. Çalıların arasına saklanıyorum. Küçük bir çalılık bulabilmişim vadinin ortasında. Uçlarından başlayarak yanmaya başlıyor sarı otlar. Ateşi gören adamlar olduğum yere yaklaşıyor. Beni görecekler. Neden kaçtığımı bilmeksizin koşuyorum tepenin yamacına doğru. Her yeri sis basıyor. Önümü bulamayacakmış gibi oluyorum. Orada elleri duruyor. Bir ağacın gövdesine sarılı elleri… Parmaklarındaki yüzükten tanıyorum onu. “Ayakların yok diyor” şaşkın bir yüz ifadesiyle. Dizkapaklarım kan içinde. Ellerime bulaşıyor o kan. Yere yüzükoyun düşüyorum. “kötü bir kâbus bu”. İkinci kere tekrarlıyorum bu cümleyi. İş makinesinin kapısından asılmış cansız kolunu görüyorum Rıza’nın. Bağırıyorum. Hayatın sağırlaşmış kulağının zarını patlatırcasına.
Oradan beni kim çıkardı? Bu odaya kim taşıdı çürümüş gövdemi? Güneş ışığını kaç gün sonra görebildim? Hiçbirini hatırlamıyorum. Belleğim sanki orada kaldığım saatler boyu silindi. Hatıralar birer geçit vermeyen ormana dönüştü. Ellerimle sanki geçtiğim yollardaki dalları itiyorum. İleride bir yol bulmaya çabalıyorum. Yolumun sonunda onun durmasını arzuluyorum.
Buzdolabının üzerine yapıştırılmış bir fotoğraf uykumun arasında gelip çarpıyor gözüme. Kır çiçeklerinin kokuları sonra… Anıları çağıran kokular olmalı. Ayaklarımın dizkapağımın hemen altından kesildiğini öğrendiğim günün yerini doldurmaya çalışıyorum. Bazı anlar öyle gerçekçidir ki defalarca yaşarsınız. Hani irkilirsiniz birden. Yerimden sıçrıyorum. Her yanım ter içinde. Yastığım başımı yutmuş bir canavara dönüşüyor karanlıkta. Bağırıyorum. Nerede parçalarım? Bunca sene benim yükümü çekmiş güzelim ayaklarım nerede? Parmak uçlarıma kalemle iki göz ve büyük bir ağız çizer onu güldürebilmek için sallardım. Ona bakan gözleri nerde parmaklarımın?
Odanın ışığı yanıyor. Hep müşfik bir sıcaklık gözlerinde annemin… Kollarının arasına alıyor başımı. Birlikte ağlıyoruz. “Söz seni oraya götüreceğim”. Beni diz kapaklarımın uzantısının gömüldüğü yere götüreceğine yeminler ediyor ağlarken.
Dilsiz birine en büyük arzusunun ne olduğunu sorsalar, bağıra çağıra şarkı söylemek istediğini söylemez mi? Kimse bana arzumu sormuyor. Fakültedeki hasta bakıcılara, hemşirelere beklemedikleri bir anda bağırarak koşmak istediğimi söylüyorum. Şaşkın halde bakıyorlar gözlerime.
Kumların arasında oturmayacağım. Çıplak ayakla sahil boyu koşup iz bırakacağım. Kayıkların, teknelerin doldurduğu deniz masmavi uzayacak önümde. Hep oradaki yakıcı güneşin altında oynayan çocukların sesleri… Kalbim durana kadar, rüzgârın önünde koşmak en büyük arzum oluyor. Oyuncak bir bebeğe dönüştürüyor gerçekler beni.
Mezarlığın başındaki yol üzerinde yaban incirleri iyice şişkin. Gökyüzü alabildiğine açık mavi tonda duruyordu ağaçların üzerinde. Sanırım Japonların robotlarına benziyorum uzaktan bakıldığında. Mekanik adımlarla bahçe bozması mezarlığa giriyorum. Ellerimi öğretildiği gibi açıyor ve bir dua okuyorum geçmişime. Ölü parçam, Tanrı’nın rafında bir sandıkta bekliyor göğü.