20 Haziran 2013 Perşembe

BABAMIN ARDINDAN...



UNUTMA BENİ
           
“Çok ararsınız bir gün beni!” diyordu. “Çooook!” Annem mahzunlaşıp soruyordu: “O da nereden çıktı Bey?” “Diyen gitti artık.” diyor ve çıkıyordu odadan babam, hepimiz bakakalıyorduk ardından. Acı gerçeklerin ilk sinyalleri dökülüyordu dudaklarından-hissedercesine-
            58 yaşında kendi çabası ile öğrendiği ve elinden hiç bırakmadığı, sıkı sıkıya sarıldığı Kuran’ını alıp kuruluyordu kendi köşesine. Her zamanki gibi annemin gözlüklerini gizli gizli kaçırıyor-kendi gözlükleri bir işe yaramıyormuş- başlıyordu okumaya. Annemin gözlükleri ile de pekiyi seçemediği dışarıdan rahatça gözlemlenebilse de zıpkın bir delikanlı gibi -63 yaşa rağmen-  görünüyordu babam. Karamsarlığını, her şeye felaketinden bakan tarafını saymazsak deli dolu, yaşama sıkı sıkıya bağlı bir adamdı. Kötülere ve kötülüklere karşı dünyayı sevmeyen, yaşamaktan tat almayan bir yanı da vardı. Hayatın açmazındaydı.
            Bu kez Kuran’a sıkı sıkı sarılan ellerin gücü yetmiyordu. Sol yanı acıyordu babamın, sol yanı fena acıtıyordu. Bana sesleniyordu. Her zamanki gibi Kuran’dan bir şeyler soracağını düşünerek yanına gidiyordum. Sol eli kalbinin hizasında bir kuş gibi çırpınıyordu. “Kolumu bir sıksana kızım.” diyordu. Ne olduğunu soruyordum. Birkaç gündür böyle olduğunu ve giderek sıklaştığını söylüyordu. Hastaneye gitmekten nefret eden babamın endişeli gözlerini görebiliyor, basit bir sinir sıkışması olabileceğini söyleyerek onu rahatlatmaya çalışıyordum. Sonunda sakinleşmiş olan sol elinin işaret parmağını seri hareketlerle kafasına birkaç kez dokundurarak tam da şöyle diyordu: “Beyinden geliyor, beyinden.” Babamın bana yaşattığı bu sahne benimde beynimde yankılanıyor ve yıllarca hafızamda kalacakmışçasına tüm dokularıma, duyularıma kazınıyordu. Anlamsızca dinliyordum babamın o an bana son derece uzak gelen bu öngörüsünü, boğazımda düğümlenen hıçkırıklar soğukkanlılığımı ele vermesin diye yalnızca dinliyor ve susuyordum.
            Tüm aile babama belli etmeden sık sık bu konuyu konuşuyorduk. Eniştem olacakları önceden görürmüşçesine büyük bir telaşla acele etmek gerektiğini söylüyordu. Büyük araştırmalar sonucunda bir nöroloji uzmanına götürüyorduk babamı, aynı zamanda büyük ısrarlar sonucunda da. Beyin mr’ı çekiliyordu ve birkaç gün sonra annem ve babam sonucu almaya gidiyordu. Nöroloji uzmanı sonucu görünce beyin cerrahına yönlendiriyordu. Beyin cerrahı beynin sağ premotor bölgesinde bir kitle gördüğünü belirtiyordu. Sol elinde yaşanan titreme olayına “nöbet” diyor ve bu kitlenin baskısı nedeni ile olabileceğini söylüyordu. Kitlenin ne olduğunun tam anlaşılamadığını, damar tıkanıklığı da olabileceğini söylüyordu doktor. Sol elde yaşanan nöbet için bir epilepsi ilacı yazıp durumun gözlemleneceğini, kitlenin takip edilmesi gerektiğini söylüyordu. İlaçlarını kullanmaya başlayan babamın nöbetlerinin ilk günler azaldığını görüyorduk. Ancak ruh hali son derece değişkenlik gösteriyordu, doktor büyük ölçüde kullandığı ilaca yoruyordu. Bu durum çok uzun sürmüyor bir hafta içinde nöbetler sıklaşmaya süresi de uzamaya başlıyordu, üstelik yüzün sol bölümünde de nöbet kendini hissettiriyordu. Sol elde başlayan nöbet artık iyiden iyiye kendini unutturuyor ve sol ayakta da güç kaybı yaşanmaya başlıyordu.
            Hayatı hep araba üstünde geçmiş babam, birkaç yıldır geçirdiği sıkıntılı süreç sebebi ile arabasız kalıyor ve rahatsızlığı ortaya çıkmadan birkaç gün öncesine kadar bir araba alıyordu kendine, acı içimizi sarmadan birkaç gün öncesine kadar. Tekerleklerine baktırmak için gittiği evimize yakın bir benzinlikten, debriyajda sorun var deyip hayıflanarak zar zor dönüyordu eve. Evin önüne park ettiği arabadan güçlükle iniyor, sorunun debriyajda değil, gücü tükenen sol ayağında olduğunu ancak arabadan inince fark edebiliyordu. Yüreği kor olup yanıyordu babamın, bastığı yeri bilmiyor, yürüdüğü yollar ağlıyordu. Kapıyı açan annem babamın allak bullak olmuş yüzü karşısında donup kalıyor, babam daha fazla dayanamayıp dökülüyordu. “Koca kurt bitmiş hanım, bu bedenden ne sana ne bana hayır gelmez artık.” diyerek bırakıyordu gözyaşlarını; annem yanıyor, babam ağlıyordu, babam yanıyor, annem ağlıyordu.
            Babamı daha önce götürdüğümüz nöroloji uzmanını arıyordu ablam. Doktor sol elde yaşanan nöbetin ve güç kaybının kısa sürede sol ayakta da başladığını duyunca çok çabuk olmak gerektiğini, durumun pek de iç açıcı olmadığını söylüyordu. Birkaç hastane ve doktor tavsiyesinde bulunarak çok acele renkli mr-spektroskopi yaptırmak gerektiğini söylüyordu. Ablam kısa sürede bir doktor buluyordu ve babam için istenen tüm tahliller yapılıyordu, teşhis kesin olarak açıklanıyordu. Beynin sağ premotor bölgesinde tümör. Beyin tümörü. Tüm dünyanın yükü omuzlarımıza biniyordu sanki o an, yıkılıyorduk, yükün altında eziliyorduk. 63 yaşa inat gençleri bile kıskandıran delikanlılığıyla babam yalnızca bakıyordu. Öfkeleniyorduk, kabullenemiyorduk, isyan mı, aman Allah’ım, hayır hayır doğru muydu bu, isyan mı ediyorduk.
Nice sonra kurtuluşa gebe ümitler yeşertiyorduk babamın hayallerinde. “Birçok insanda var, kötü olacağı anlamına gelmez, ne gerekiyorsa hep birlikte yaparız.” diyorduk, babamın yüzünde küçük de olsa bir ışık görmek hepimizi yüreklendiriyordu. Ameliyata karar veriliyordu. Ameliyat günü gelip çatana kadar babamın vücut dengesi çok hızlı bir şekilde değişiyordu. Sol taraftaki güç kaybı saatlik denebilecek kadar hızlı bir değişim geçiriyor ve birilerinin yardımı olmadan babamın dengede durma ihtimali ortadan kalkıyordu. Ameliyat gününe kadar babama tümör çevresindeki ödemi dağıtmak amacıyla yüksek gramlarla kortizon iğne ve ilacı veriliyordu. Ancak bu kortizon bir nebze rahatlatabiliyordu babamı. Uykusuz ve endişeli geçen bir geceden sonra nihayet büyük gün geliyordu. Babam bütün gece ameliyat sonucunda aklını yitirebilme olasılığı ile gözünü kırpmıyor; akıbetinin ne olacağına dair endişeli gözlerini artık hiçbirimizden gizleyemiyordu. Gizlemek şöyle dursun “İlaçlar yapıyor beni böyle duygusal.” bahanesinin arkasına sığınarak gözyaşları sel olup akıyordu. Sonunda o karanlık gece yerini bilinmeyen bir sabaha bırakıyordu.
Büyük bir kalabalık bekliyordu babamın hayırlı haberlerini. “Ne çok seveni varmış meğer.” diyor –bu kadar seveni biriktiren babama hayranlık duyarak- gururlanıyorduk. Ömrümüzün en uzun bekleyişi oluyordu belki de. Ameliyatın bitmesi gereken saatten daha uzun sürmüş olması hepimizin canını sıkıyordu, birbirimizden gizleyemediğimiz telaşlar sarıyordu hepimizi. Nihayet haber geliyordu, ameliyattan çıkan babamı yoğun bakıma alıyorlardı. Ameliyatı yapan doktorlarla görüşmek için sabırsızlanıyorduk. Uzun bir bekleyişten sonra nihayet bir doktor beliriyordu yoğun bakımın kapısında. On yılı on dakikada yaşatan, hemen oracıkta bizi adeta on yaş yaşlandıran acı sözler dökülüyordu doktorun dudaklarından. “Kitleyi çıkardık, beklediğimizden büyük bir kitle. Ameliyat son derece başarılı geçti. Ancak riskli bir bölgede olduğu için kitlenin tamamını temizleyemedik. Kitlenin bir kısmına yaptığımız patolojik işlem bizi biraz üzdü. Ancak asıl sonuç patolojiye gönderilerek belli olur.” Kulaklarımızda yankılanıyordu acı, hastane koridorları bizi dar geliyordu, duvarlar işkence ediyordu. Ne demekti şimdi bu böyle? Anlamıyorduk, tekrar tekrar soruyorduk. Patoloji sonucuna hazırlıklı olmak gerektiği, bizi zor günlerin beklediği söyleniyordu. Kan sonuçlarının mükemmelliğinden söz ediyorduk doktora, her söylemimizde bir aralık kapı bırakıyor, bir yanılgı olabilir ihtimali ile girmeye çalışıyorduk o aralıktan. Doktorun söylediğine göre öğreniyorduk ki beyin tümörlerinde kan sonuçları diğer kanser türlerine göre mükemmel bir tablo çiziyordu.
Bu süreçten sonra ışın tedavisi göreceğini, bir süre yürümekte zorlanacağını, bu süreci daha iyi atlatabilmek için fizik tedavi görmek gerektiğini bir bir anlatıyordu doktor. Umutsuz konuşuyordu, yıkılmışlığımıza şahit olduğu için kelimelerini seçerken hassasiyet gösteriyor, psikolojimizi derinden derinden hazırlıyordu. Unuttuğu bir şey vardı ama. babamı tanımıyordu, ne zor günlerden sonra nasıl da dimdik ayakta durabildiğini hiç görmemişti. Babamın herkesi kendine hayran bırakan azmiyle tanışmamıştı henüz. Biz biliyorduk yalnızca bunu ve güveniyorduk, bu zor günleri de hep birlikte atlatacaktık.
            Babamı bekliyorduk dik durmaya çalışan boş çuvallar gibi, taktığımız umut maskeleri ile babamı bekliyorduk. Sonunda yoğun bakımın kapısında birkaç hemşire ile babam beliriyordu, dilinin uyuşukluğuyla hüzün dolu gözlerle elini kaldırarak iyi olduğuna dair bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. “Aklım başımda ya.” diyerek gözyaşlarını tutamıyor, ameliyattan önceki endişelerinin yok olduğunu görmek onu rahatlatıyordu.
            Bir hafta hastanede geçirdiğimiz günler, hastane personelinin ilgili tavırları ile umut dolu oluyordu. “Bu günleri de atlatırız.” diyenlere yumruğunu sıkarak güç gösterisi yapan babam, umut saklıyordu avuçlarına. Fizik tedavi için hastanenin başka bir bölümüne taşınıyorduk. Tedavi süresince babam bölümün ilgi odağı oluyor, azmi karşısında herkes şapka çıkarıyordu. Günden güne iyiye gidiyordu her şey, yavaş yavaş yürümeye başlıyordu babam. Yeni yürümeye başlayan bir çocuk gibi neşeyle atıyordu adımlarını. Kendisinden gizlediklerimizi bilmeden neşeyle gülümsüyordu bizlere. Bizim içimizdeki yangın ise büyüdükçe büyüyordu. Patoloji sonucu yangınımızı bir çığ gibi büyütüyordu. Glioblastoma multiforme tıp dilinde karşılığı buydu; bizim bilmemiz gereken, anlayacağımız dildeki karşılığı ise grade 4 yani dördüncü evre. Işın tedavisi ile kemoterapi yapılması gerekiyordu. Umudu fersizleşmesin diye, sonucu saklıyorduk babamdan. Riskli bölgede olduğundan kitlenin tamamını alamadıklarını, yenilenmemesi için de ışın tedavisi yapılacağını söylüyorduk ve aynı zamanda da çeşitli ilaçlar içmesi gerektiğini. Kemoterapi süreci damardan alınması gereken ilaçlarla yapılmadığı için şimdilik inandırıyorduk babamı ya da sadece biz öyle zannediyorduk. Bu süreçte iyiden iyiye yürümeye, sol elini de bir nebze olsun hareket ettirmeye başlıyordu. Sol elini kullanabilmek için gece gündüz bir çiviyi bir delikten diğerine taşımak için mücadele ediyor, kendisi için bu oldukça zor olsa gerek alnından ter damlacıkları süzülüyordu; ama hiç vazgeçmiyordu, hayata direniyordu babam. Yılgınlığına denk gelen bir anda dudaklarından dökülen bir cümle boğazıma bir yumruk gibi oturuyordu: “İnsan ölümünü seyreder mi hiç, bir film gibi ölümü seyrediyorum.”
Işın tedavisi iyi gidiyordu; ancak kemoterapi süreci zorluyordu babamı. Bitkin düşürüyordu, ışın tedavisi için gittiği son iki gün babamın tedavi sürecinde en zor günler oluyordu belki de. “Beynime kurşun sıktılar sanki.” diyordu ve en acı günlere bırakıyordu umut yerini. Günden güne kötüleşen babama uygulamaya çalıştığımız hiçbir tedavi merhem olamıyordu, ozon tedavisinden alternatif tıpa kadar her yöntemi deniyorduk oysaki. Umut kapıları kapanıyordu bir bir yüzümüze. Yatağa bağımlı oluyordu artık babam ve anneme aşkı tazeleniyordu. Hiç bakmadığı kadar bakıyordu anneme, gözlerini hiç ayıramdan, bakmadığı günlere inat bakıyordu, belki de bakamayacağı günlere yatırım yapmak için. Üzdüğü günler için af dilercesine merhametle süzüyordu, onsuz geçirdiği her saate yakınarak hasretle bakıyordu, onu erken bırakacak olmanın verdiği öfkeyle bakıyordu kimi zaman. Hayata, anneme, bizlere doyamamışlığın verdiği telaşla bakıyordu hepimize. Kendi susuyor, gözleri veda ediyordu babamın. En büyük arkadaşı da boş gözlerle izlediği bir televizyon dizisi oluyordu. Aslında izlediği dizi değildi. Onu etkileyen, dinlediği müzikti. “Unutma Beni” Manidar şarkı sözlerini anneme tekrarlıyordu ara sıra. “Boğazında düğümlenen hıçkırık olayım, unutma beni unutama beni. Gözünden damlayamayan gözyaşı olayım,  unutma beni unutama beni.”
Kandile denk gelen bir Cuma sabahı anneme sesleniyor ve cami hocasını çağırmasını istiyordu. Annem neden çağırdığını sorunca da acıyla gözlerini kaçırarak “Beni kim kaldıracak?” diyordu. Her şeye rağmen umudu hiç tükenmemiş annem, aklına böyle kötü şeyleri getirmemesini söyleyerek kızıyordu. Sonraki günler yiyecekleri de yutamaz oluyor, öksürüklere boğuluyordu. Eve doktor getiriyorduk, doktor hastaneye yönlendiriyordu.
 Hastanede kimseyi yanına almıyorlardı, odasının kapısından ayrılmayan annem bir sonraki Cuma, namazdan sonra koşar adımlarla odasına girip bakmak istiyordu. Müsaade etmediklerinde “Bakım yapacaklarmış, ihtiyaç olur sana dediler, onun için girecektim.” yalanını ayaküstü söyleyerek sızıyordu odaya sessizce. Kulağına dualar ediyor, yanağına son bir öpücük kondurup çıkıyordu odadan. Hızlı hızlı alıp verdiği nefese bir anlam veremeden durgunlaşıyordu annem, birkaç dakika sonra acı haberi veriyordu doktorlar. Annem işte o an boğazında düğümlenen hıçkırıkları tutamıyor, kırk bir yıllık hayat arkadaşını “Unutma Beni” haykırışlarıyla uğurluyordu. Ve babam yaşadığımız sürece boğazımızda düğümlenen bir hıçkırık oluyordu.
                                                                                              Nazlı SALUK