UNUTMA BENİ
“Çok ararsınız bir gün beni!” diyordu. “Çooook!” Annem mahzunlaşıp
soruyordu: “O da nereden çıktı Bey?” “Diyen gitti artık.” diyor ve çıkıyordu
odadan babam, hepimiz bakakalıyorduk ardından. Acı gerçeklerin ilk sinyalleri
dökülüyordu dudaklarından-hissedercesine-
58 yaşında kendi çabası ile
öğrendiği ve elinden hiç bırakmadığı, sıkı sıkıya sarıldığı Kuran’ını alıp
kuruluyordu kendi köşesine. Her zamanki gibi annemin gözlüklerini gizli gizli
kaçırıyor-kendi gözlükleri bir işe yaramıyormuş- başlıyordu okumaya. Annemin
gözlükleri ile de pekiyi seçemediği dışarıdan rahatça gözlemlenebilse de zıpkın
bir delikanlı gibi -63 yaşa rağmen- görünüyordu babam. Karamsarlığını, her şeye
felaketinden bakan tarafını saymazsak deli dolu, yaşama sıkı sıkıya bağlı bir
adamdı. Kötülere ve kötülüklere karşı dünyayı sevmeyen, yaşamaktan tat almayan
bir yanı da vardı. Hayatın açmazındaydı.
Bu kez Kuran’a sıkı sıkı sarılan
ellerin gücü yetmiyordu. Sol yanı acıyordu babamın, sol yanı fena acıtıyordu.
Bana sesleniyordu. Her zamanki gibi Kuran’dan bir şeyler soracağını düşünerek
yanına gidiyordum. Sol eli kalbinin hizasında bir kuş gibi çırpınıyordu.
“Kolumu bir sıksana kızım.” diyordu. Ne olduğunu soruyordum. Birkaç gündür
böyle olduğunu ve giderek sıklaştığını söylüyordu. Hastaneye gitmekten nefret
eden babamın endişeli gözlerini görebiliyor, basit bir sinir sıkışması
olabileceğini söyleyerek onu rahatlatmaya çalışıyordum. Sonunda sakinleşmiş
olan sol elinin işaret parmağını seri hareketlerle kafasına birkaç kez dokundurarak
tam da şöyle diyordu: “Beyinden geliyor, beyinden.” Babamın bana yaşattığı bu
sahne benimde beynimde yankılanıyor ve yıllarca hafızamda kalacakmışçasına tüm
dokularıma, duyularıma kazınıyordu. Anlamsızca dinliyordum babamın o an bana
son derece uzak gelen bu öngörüsünü, boğazımda düğümlenen hıçkırıklar
soğukkanlılığımı ele vermesin diye yalnızca dinliyor ve susuyordum.
Tüm aile babama belli etmeden sık
sık bu konuyu konuşuyorduk. Eniştem olacakları önceden görürmüşçesine büyük bir
telaşla acele etmek gerektiğini söylüyordu. Büyük araştırmalar sonucunda bir
nöroloji uzmanına götürüyorduk babamı, aynı zamanda büyük ısrarlar sonucunda
da. Beyin mr’ı çekiliyordu ve birkaç gün sonra annem ve babam sonucu almaya
gidiyordu. Nöroloji uzmanı sonucu görünce beyin cerrahına yönlendiriyordu.
Beyin cerrahı beynin sağ premotor bölgesinde bir kitle gördüğünü belirtiyordu.
Sol elinde yaşanan titreme olayına “nöbet” diyor ve bu kitlenin baskısı nedeni
ile olabileceğini söylüyordu. Kitlenin ne olduğunun tam anlaşılamadığını, damar
tıkanıklığı da olabileceğini söylüyordu doktor. Sol elde yaşanan nöbet için bir
epilepsi ilacı yazıp durumun gözlemleneceğini, kitlenin takip edilmesi
gerektiğini söylüyordu. İlaçlarını kullanmaya başlayan babamın nöbetlerinin ilk
günler azaldığını görüyorduk. Ancak ruh hali son derece değişkenlik
gösteriyordu, doktor büyük ölçüde kullandığı ilaca yoruyordu. Bu durum çok uzun
sürmüyor bir hafta içinde nöbetler sıklaşmaya süresi de uzamaya başlıyordu,
üstelik yüzün sol bölümünde de nöbet kendini hissettiriyordu. Sol elde başlayan
nöbet artık iyiden iyiye kendini unutturuyor ve sol ayakta da güç kaybı
yaşanmaya başlıyordu.
Hayatı hep araba üstünde geçmiş
babam, birkaç yıldır geçirdiği sıkıntılı süreç sebebi ile arabasız kalıyor ve
rahatsızlığı ortaya çıkmadan birkaç gün öncesine kadar bir araba alıyordu
kendine, acı içimizi sarmadan birkaç gün öncesine kadar. Tekerleklerine
baktırmak için gittiği evimize yakın bir benzinlikten, debriyajda sorun var
deyip hayıflanarak zar zor dönüyordu eve. Evin önüne park ettiği arabadan
güçlükle iniyor, sorunun debriyajda değil, gücü tükenen sol ayağında olduğunu
ancak arabadan inince fark edebiliyordu. Yüreği kor olup yanıyordu babamın,
bastığı yeri bilmiyor, yürüdüğü yollar ağlıyordu. Kapıyı açan annem babamın allak
bullak olmuş yüzü karşısında donup kalıyor, babam daha fazla dayanamayıp dökülüyordu.
“Koca kurt bitmiş hanım, bu bedenden ne sana ne bana hayır gelmez artık.”
diyerek bırakıyordu gözyaşlarını; annem yanıyor, babam ağlıyordu, babam
yanıyor, annem ağlıyordu.
Babamı daha önce götürdüğümüz
nöroloji uzmanını arıyordu ablam. Doktor sol elde yaşanan nöbetin ve güç
kaybının kısa sürede sol ayakta da başladığını duyunca çok çabuk olmak
gerektiğini, durumun pek de iç açıcı olmadığını söylüyordu. Birkaç hastane ve
doktor tavsiyesinde bulunarak çok acele renkli mr-spektroskopi yaptırmak
gerektiğini söylüyordu. Ablam kısa sürede bir doktor buluyordu ve babam için
istenen tüm tahliller yapılıyordu, teşhis kesin olarak açıklanıyordu. Beynin
sağ premotor bölgesinde tümör. Beyin tümörü. Tüm dünyanın yükü omuzlarımıza
biniyordu sanki o an, yıkılıyorduk, yükün altında eziliyorduk. 63 yaşa inat
gençleri bile kıskandıran delikanlılığıyla babam yalnızca bakıyordu.
Öfkeleniyorduk, kabullenemiyorduk, isyan mı, aman Allah’ım, hayır hayır doğru
muydu bu, isyan mı ediyorduk.
Nice sonra kurtuluşa gebe ümitler yeşertiyorduk babamın hayallerinde. “Birçok
insanda var, kötü olacağı anlamına gelmez, ne gerekiyorsa hep birlikte yaparız.”
diyorduk, babamın yüzünde küçük de olsa bir ışık görmek hepimizi
yüreklendiriyordu. Ameliyata karar veriliyordu. Ameliyat günü gelip çatana
kadar babamın vücut dengesi çok hızlı bir şekilde değişiyordu. Sol taraftaki
güç kaybı saatlik denebilecek kadar hızlı bir değişim geçiriyor ve birilerinin
yardımı olmadan babamın dengede durma ihtimali ortadan kalkıyordu. Ameliyat
gününe kadar babama tümör çevresindeki ödemi dağıtmak amacıyla yüksek gramlarla
kortizon iğne ve ilacı veriliyordu. Ancak bu kortizon bir nebze
rahatlatabiliyordu babamı. Uykusuz ve endişeli geçen bir geceden sonra nihayet
büyük gün geliyordu. Babam bütün gece ameliyat sonucunda aklını yitirebilme
olasılığı ile gözünü kırpmıyor; akıbetinin ne olacağına dair endişeli gözlerini
artık hiçbirimizden gizleyemiyordu. Gizlemek şöyle dursun “İlaçlar yapıyor beni
böyle duygusal.” bahanesinin arkasına sığınarak gözyaşları sel olup akıyordu.
Sonunda o karanlık gece yerini bilinmeyen bir sabaha bırakıyordu.
Büyük bir kalabalık bekliyordu babamın hayırlı haberlerini. “Ne çok
seveni varmış meğer.” diyor –bu kadar seveni biriktiren babama hayranlık
duyarak- gururlanıyorduk. Ömrümüzün en uzun bekleyişi oluyordu belki de.
Ameliyatın bitmesi gereken saatten daha uzun sürmüş olması hepimizin canını
sıkıyordu, birbirimizden gizleyemediğimiz telaşlar sarıyordu hepimizi. Nihayet
haber geliyordu, ameliyattan çıkan babamı yoğun bakıma alıyorlardı. Ameliyatı
yapan doktorlarla görüşmek için sabırsızlanıyorduk. Uzun bir bekleyişten sonra nihayet
bir doktor beliriyordu yoğun bakımın kapısında. On yılı on dakikada yaşatan,
hemen oracıkta bizi adeta on yaş yaşlandıran acı sözler dökülüyordu doktorun
dudaklarından. “Kitleyi çıkardık, beklediğimizden büyük bir kitle. Ameliyat son
derece başarılı geçti. Ancak riskli bir bölgede olduğu için kitlenin tamamını
temizleyemedik. Kitlenin bir kısmına yaptığımız patolojik işlem bizi biraz
üzdü. Ancak asıl sonuç patolojiye gönderilerek belli olur.” Kulaklarımızda
yankılanıyordu acı, hastane koridorları bizi dar geliyordu, duvarlar işkence
ediyordu. Ne demekti şimdi bu böyle? Anlamıyorduk, tekrar tekrar soruyorduk.
Patoloji sonucuna hazırlıklı olmak gerektiği, bizi zor günlerin beklediği
söyleniyordu. Kan sonuçlarının mükemmelliğinden söz ediyorduk doktora, her
söylemimizde bir aralık kapı bırakıyor, bir yanılgı olabilir ihtimali ile
girmeye çalışıyorduk o aralıktan. Doktorun söylediğine göre öğreniyorduk ki
beyin tümörlerinde kan sonuçları diğer kanser türlerine göre mükemmel bir tablo
çiziyordu.
Bu süreçten sonra ışın tedavisi göreceğini, bir süre yürümekte
zorlanacağını, bu süreci daha iyi atlatabilmek için fizik tedavi görmek
gerektiğini bir bir anlatıyordu doktor. Umutsuz konuşuyordu, yıkılmışlığımıza
şahit olduğu için kelimelerini seçerken hassasiyet gösteriyor, psikolojimizi
derinden derinden hazırlıyordu. Unuttuğu bir şey vardı ama. babamı tanımıyordu,
ne zor günlerden sonra nasıl da dimdik ayakta durabildiğini hiç görmemişti.
Babamın herkesi kendine hayran bırakan azmiyle tanışmamıştı henüz. Biz biliyorduk
yalnızca bunu ve güveniyorduk, bu zor günleri de hep birlikte atlatacaktık.
Babamı
bekliyorduk dik durmaya çalışan boş çuvallar gibi, taktığımız umut maskeleri
ile babamı bekliyorduk. Sonunda yoğun bakımın kapısında birkaç hemşire ile
babam beliriyordu, dilinin uyuşukluğuyla hüzün dolu gözlerle elini kaldırarak
iyi olduğuna dair bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. “Aklım başımda ya.” diyerek
gözyaşlarını tutamıyor, ameliyattan önceki endişelerinin yok olduğunu görmek
onu rahatlatıyordu.
Bir hafta hastanede geçirdiğimiz
günler, hastane personelinin ilgili tavırları ile umut dolu oluyordu. “Bu
günleri de atlatırız.” diyenlere yumruğunu sıkarak güç gösterisi yapan babam,
umut saklıyordu avuçlarına. Fizik tedavi için hastanenin başka bir bölümüne
taşınıyorduk. Tedavi süresince babam bölümün ilgi odağı oluyor, azmi karşısında
herkes şapka çıkarıyordu. Günden güne iyiye gidiyordu her şey, yavaş yavaş
yürümeye başlıyordu babam. Yeni yürümeye başlayan bir çocuk gibi neşeyle
atıyordu adımlarını. Kendisinden gizlediklerimizi bilmeden neşeyle gülümsüyordu
bizlere. Bizim içimizdeki yangın ise büyüdükçe büyüyordu. Patoloji sonucu
yangınımızı bir çığ gibi büyütüyordu. Glioblastoma multiforme tıp dilinde
karşılığı buydu; bizim bilmemiz gereken, anlayacağımız dildeki karşılığı ise
grade 4 yani dördüncü evre. Işın tedavisi ile kemoterapi yapılması gerekiyordu.
Umudu fersizleşmesin diye, sonucu saklıyorduk babamdan. Riskli bölgede
olduğundan kitlenin tamamını alamadıklarını, yenilenmemesi için de ışın
tedavisi yapılacağını söylüyorduk ve aynı zamanda da çeşitli ilaçlar içmesi
gerektiğini. Kemoterapi süreci damardan alınması gereken ilaçlarla yapılmadığı
için şimdilik inandırıyorduk babamı ya da sadece biz öyle zannediyorduk. Bu
süreçte iyiden iyiye yürümeye, sol elini de bir nebze olsun hareket ettirmeye
başlıyordu. Sol elini kullanabilmek için gece gündüz bir çiviyi bir delikten
diğerine taşımak için mücadele ediyor, kendisi için bu oldukça zor olsa gerek
alnından ter damlacıkları süzülüyordu; ama hiç vazgeçmiyordu, hayata
direniyordu babam. Yılgınlığına denk gelen bir anda dudaklarından dökülen bir
cümle boğazıma bir yumruk gibi oturuyordu: “İnsan ölümünü seyreder mi hiç, bir
film gibi ölümü seyrediyorum.”
Işın tedavisi iyi gidiyordu; ancak kemoterapi süreci zorluyordu babamı.
Bitkin düşürüyordu, ışın tedavisi için gittiği son iki gün babamın tedavi
sürecinde en zor günler oluyordu belki de. “Beynime kurşun sıktılar sanki.”
diyordu ve en acı günlere bırakıyordu umut yerini. Günden güne kötüleşen babama
uygulamaya çalıştığımız hiçbir tedavi merhem olamıyordu, ozon tedavisinden
alternatif tıpa kadar her yöntemi deniyorduk oysaki. Umut kapıları kapanıyordu
bir bir yüzümüze. Yatağa bağımlı oluyordu artık babam ve anneme aşkı
tazeleniyordu. Hiç bakmadığı kadar bakıyordu anneme, gözlerini hiç ayıramdan,
bakmadığı günlere inat bakıyordu, belki de bakamayacağı günlere yatırım yapmak
için. Üzdüğü günler için af dilercesine merhametle süzüyordu, onsuz geçirdiği
her saate yakınarak hasretle bakıyordu, onu erken bırakacak olmanın verdiği
öfkeyle bakıyordu kimi zaman. Hayata, anneme, bizlere doyamamışlığın verdiği
telaşla bakıyordu hepimize. Kendi susuyor, gözleri veda ediyordu babamın. En
büyük arkadaşı da boş gözlerle izlediği bir televizyon dizisi oluyordu. Aslında
izlediği dizi değildi. Onu etkileyen, dinlediği müzikti. “Unutma Beni” Manidar
şarkı sözlerini anneme tekrarlıyordu ara sıra. “Boğazında düğümlenen hıçkırık
olayım, unutma beni unutama beni. Gözünden damlayamayan gözyaşı olayım, unutma beni unutama beni.”
Kandile denk gelen bir Cuma sabahı anneme sesleniyor ve cami hocasını
çağırmasını istiyordu. Annem neden çağırdığını sorunca da acıyla gözlerini
kaçırarak “Beni kim kaldıracak?” diyordu. Her şeye rağmen umudu hiç tükenmemiş
annem, aklına böyle kötü şeyleri getirmemesini söyleyerek kızıyordu. Sonraki
günler yiyecekleri de yutamaz oluyor, öksürüklere boğuluyordu. Eve doktor
getiriyorduk, doktor hastaneye yönlendiriyordu.
Hastanede kimseyi yanına
almıyorlardı, odasının kapısından ayrılmayan annem bir sonraki Cuma, namazdan
sonra koşar adımlarla odasına girip bakmak istiyordu. Müsaade etmediklerinde
“Bakım yapacaklarmış, ihtiyaç olur sana dediler, onun için girecektim.”
yalanını ayaküstü söyleyerek sızıyordu odaya sessizce. Kulağına dualar ediyor,
yanağına son bir öpücük kondurup çıkıyordu odadan. Hızlı hızlı alıp verdiği
nefese bir anlam veremeden durgunlaşıyordu annem, birkaç dakika sonra acı
haberi veriyordu doktorlar. Annem işte o an boğazında düğümlenen hıçkırıkları
tutamıyor, kırk bir yıllık hayat arkadaşını “Unutma Beni” haykırışlarıyla
uğurluyordu. Ve babam yaşadığımız sürece boğazımızda düğümlenen bir hıçkırık
oluyordu.
Nazlı
SALUK