20 Mart 2013 Çarşamba

HER YOL BİR ARAYIŞ


HER YOL BİR ARAYIŞ
            Işığın aksi değiyordu yılların yükünün haritalaştırdığı kederli çizgilerine. Ardında kocaman bir küfe, ağırlığından dizleri iki büklüm. Hayat mı biniyordu sırtına, taşıdıkça ağırlaşan küfe mi bilinmez.
            “Çekme oğul!” diyordu. “Dur, çekme!
Bak gül gibi gençler durur beride.” Hayat yorgunu sesiyle “Çekme oğul!” diyordu.
            Genç kızlar kıkırdıyor, nineye hak verircesine poz veriyorlardı merceğe.
            “Yıllara meydan okuyan gözlerinin ışığı vuruyor merceğime nine, çekme deme, çekeceğim. Sen şöyle en fiyakalı pozunu ver bakalım, gençlere inat çekeceğim seni.”
            Gençler bozuluyordu bu sözüme.
“Bekleyin kızlar, sıra size de gelecek.” diyordum, dönüp gidiyorlardı küsercesine.
            Ninenin çocuksu gözlerine gülücüklerin en güzeli yayılıyordu. Güldükçe, gözlerindeki ışık derinleştikçe, yüzündeki çizgiler netleşiyor, daha bir meydan okuyordu yılların su gibi geçişine. Güldükçe hayat buluyor, adı Hayat oluyordu. Güldükçe güzelleşiyordu Hayat Nine.
            Tüm masumiyetiyle irkiliyordu birden. “Aman oğul!” diyordu. “Vermeyesin resmimi kimselere. İhsan Deden çok kızar, bak pek huysuzdur, sakın verme resmimi kimselere.”
            Hayat Nine ürküyordu. İhsan Dede kükrüyordu, fotoğraf düşüyordu yere, ben susuyordum.
            Yollar beni bekliyordu, fotoğraflar dilleniyordu. Yaşadığım her anı, gördüğüm her yeri, bulduğum her kareyi resmediyordum. Çünkü gördüklerim resmetmeye değiyordu.
            Saatime bakıyordum birden ve zamanın böylesine çabuk geçişine hayıflanıyor vedalaşıyordum bu şirin ilçeyle. Şöyle son bir kez tepeden bakıyordum Karadeniz’in güzelliğine. Otobüse gecikmemek için acele ediyordum. Bir taraftan da çevremde hiçbir tur arkadaşımı görememenin endişesini yaşıyor, her fırsatta fotoğraf çekişime, bu sebeple hep geç kalışımıza çıkışan otobüs şoförümüzün beni bırakıp gidebileceğinin kurgusunu oynuyordum.
            Geç kalışıma kılıf uydurmanın senaryosunu çizerken yolun nasıl geçtiğini anlamıyor, birden kendimi buluşma noktasında buluyordum. Bu kez çark tersine dönüyor, sevgili otobüs şoförümüz geç kalıyordu.
            Otobüsümüzü beklerken çevreme bakınıyor, merceğimi çevirecek kareler arıyordum. Ancak hiç kayda değer bir şeyler görünmüyordu ortalarda.
            Ben aranırken; küçük, sevimli, yalınayak bir kız çocuğu yavaşça pantolonumun paçasından çekiştiriyordu. Bu sevimli güzelliğe tam merceğimi yöneltecekken bana bir kâğıt uzatıyor ve hemen gözden kayboluyordu. Ardından seslenişlerime hiç aldırış etmiyor, kaçarcasına hiç ardına bakmadan koşuyordu. Telaşlanıyordum birden ve getirdiği kâğıt parçasının neyin nesi olduğunu anlamak için sabırsızlanıyordum. Öylesine, nerden bulunduğu belli olmayan sararmış bir kâğıt parçasının üzerinde özensizce, acelece karalanmış şu iki cümle beni çağırıyordu.
            “Aradığımı buldum, beni beklemeyin.”
            Bütün anlamları içinde gizleyen bu cümle ürkütüyordu beni. Bir süre sonra bu ürpertim bir mutluluk şölenine yerini bırakıyordu. Çünkü aradığını bulmak demek, mutluluğa kavuşmak demekti. Ben de sevgili yol arkadaşım Hüsnü Amca’nın hazine bulma heyecanını adeta onunla paylaşıyor ve altmış yıllık özlemin vuslatla sonuçlanmasının heyecanını yaşıyordum, aranılan definenin mahiyetini bilmeden üstelik.
            Bütün yol boyunca aradığını, aradığını bulmak için emekli olduğundan beri hep seyahat ettiğini ve umudunu hiç yitirmediğini anlatıyordu Hüsnü Amca. Umudunu yitirmediğini söylerken gözlerinin içi pırıl pırıldı; ancak alnında oluşan karmaşık çizgilerse endişesini gizleyemiyor, her kıvrımın köşesinden bir kaybediş haykırıyordu.
            Ne aradığını merak ediyordum. Söylemiyordu ya da belki de o da bilmiyordu kim bilir? Yaşamında eksiğini hissettiği, eksiğin ne olduğunu bir türlü çözemediği… Ne ben anlayabilmiştim bu parçayı ne de o tamamlayabilmişti.
            Bunları düşünmek faydasızdı şimdi. Artık eksik parça tamamlanmış olmalıydı ki Hüsnü Amca bu yolculukta bize veda etmişti. Hayata güle güle demeden o eksiği tamamlamak ne güzel, ne anlamlı. Ben tüm bunları düşünürken o kendine özgü kulak tırmalayan sesle otobüs şoförümüzün şu sözlerini duyuyordum:
            “ E, be fotoğrafçı kardeş! Yokluğunda zaten yoksun; ama be kardeşim varlığında kaybolma bari.”
            Ben şoförümüzün bu filozofça yaklaşımı karşısında küçük dilimi yutarken o düzmecelerine devam ediyor, kulaklarım tırmalanışın verdiği iç gıcıklığıyla sarsıntıya uğruyordu.
            “ Herkes otobüse bindi, yerini aldı, sen neyi beklersin bilmem ki, Karadeniz’de gemilerin mi battı diyeceğim, sen bana batan geminin fotoğrafını göstereceksin. He he he!”
            Kendince espri yapmış olmanın sevincini yaşıyordu sevgili şoförümüz. Sigaradan simsiyah olmuş ve gülerek sergilemekten hiç çekinmediği fırça garibanı dişleriyle öylesine bir karikatür kahramanı gibi görünüyordu ki doğrusu ben de bu anlamsız espriye gülmeden geçemiyordum. Birlikte ilk kez ortak bir davranışa girişiyor olmamıza diğer tur arkadaşlarım da sevinmiş olsa gerek birçoğunun yüzünde tatlı bir gülümseme beliriyordu otobüse bindiğimizde.
Muavinimiz hemen tur yolcularını saymaya koyuluyordu ki koltuk arkadaşımın bu noktadan sonra bize iştirak edemeyeceğini söylemeye hazırlanıyordum ben de. Muavinimiz ve şoför yaptığım açıklamalara tatmin olmamış olsalar gerek,  kendisini vermiş olduğu telefon numarasından birçok kez arıyor; ancak ulaşamıyorlardı. Neden sonra artık daha fazla bekleyemeyeceklerine kanaat getiriyor ve yola koyulmaya karar veriyorlardı.
Otobüsümüz ilerlerken üzerime tarifi imkânsız bir dinginlik çöküyor ve kendimi iyi hissetmediğimi fark ediyordum. Yorgundum ve kendimi yolların derin boşluğuna bırakıyor, yollarda uyuklamanın sakin sessizliğiyle baş başa kalıyordum.
Hüsnü Amca’nın yüzü bir beliriyor bir kayboluyordu. Her belirişinde “Yardım et, yardım et, lütfen yardım et!” diye sesleniyordu. Ve her kayboluşunda çırpınarak yardım dileniyordu. Gözlerimi açtığımda bir dinlenme tesisine giriyorduk ve ben üşüyormuş gibi bir ürperti duyuyordum içimde. Tarifi imkânsız bir huzursuzluk içindeydim. Rüyalarımın hiçbir anlamı olmazdı genellikle; ama bu rüyanın –rüya demek rüyalara insafsızlık sayılacağından bu söylemimi değiştiriyordum- bu kâbusun bir anlamı olmalıydı. Acaba gerçekten Hüsnü Amca zor durumda olabilir miydi? Yoksa o küçük sevimli yerleşim yeri beni baştan çıkarmaya mı çalışıyordu? Belki de yıllardır yollarda aradığım sükûneti orada bulmuş, garip bir huzura kavuşmuştum sanki.
Bu gelgitlerden geriye tek bir kare yansıyordu hatıralara: Yıllardır çok yakın iki arkadaşmışız gibi otobüs şoförümüz ile kol kola çektirdiğimiz fotoğraf. Sürekli geç kalan bir yolcunun sorumluluğunu omuzlarından atmışçasına dimdik biniyordu otobüse ve koltuğuna büyük bir rahatlıkla oturuyordu. Kolu bedeninden ayrılırcasına dışarı taşmış, can-ı gönülden el sallıyor, yüzündeki kocaman gülümsemeyle vedaların en güzelini gerçekleştiriyordu, sevgili eski otobüs şoförüm.
Üniversite yıllarından kalma bir alışkanlıkla hiç yabancılık çekmeden geldiğim istikamette yola çıkıp, yoldan geçen arabalara gidiş yönümü gösteren bir el hareketiyle dur işareti yapıyordum. Arkası açık kasa bir araba yolları öfkelendirebilecek sert bir fren darbesiyle duruveriyordu önümde. Hiçbir şey sormadan bir baş hareketiyle arka kasaya binmem gerektiğini ifade ediyordu. Mısır püsküllerinin dolu olduğu kasaya yumuşak bir dokunuşla bırakıyordum kendimi. Camdan duyulan bir Karadeniz türküsüyle koyuluyorduk yola. Türkülerin güzelliğinden mi, doğanın insana huzur veren esaretinden mi bilinmez yol çabucak geçiveriyordu. Hissediyordum, bu yol beni yıllardır içimde çığ gibi büyüyen bir boşluğu doldurmaya doğru götürüyordu.
Arabanın kasasından heyecanla atlıyor ve Hayat Nine’yi fotoğrafladığım meydana doğru koşar adımlarla ilerliyordum. Ortalarda kimsecikler yoktu. Üstelik sanki burada yaşayan herkes bir büyünün etkisiyle uykuya dalmış gibiydi, derin bir sessizlik hâkimdi her yana. Küçük bir yerdi burası. İlçeye yeni gelen birini elbette hemen tanırlardı. Öyleyse Hüsnü Amca’nın nerede olduğuna dair bana da birileri bir ipucu verebilirdi. Rastgele bir sokağa doğru ilerlemeye hazırlanırken o güzel yüzlü sevimli kız çocuğu çıkıveriyordu karşıma, bana Hüsnü Amca’nın notunu ileten o sevimli yalınayak kız çocuğu. Hiçbir şey değişmemişti, ayakları hâlâ çıplaktı, yalınayak. Kâğıdı elime tutuşturduğundaki gibi küçük ve yavaş hareketlerle pantolonumun paçasını çekiştirdi ve istemsizce beni peşine taktı. Yol boyunca hiçbir şey konuşmuyor, o önde ben arkada öylece yürüyorduk. Uzaktan görünüşümüzün oldukça komik olabileceğini düşünüyordum. Çıplak ayakla yerlere basarken nasıl oluyordu da hiçbir acı hissetmiyordu. Yoksa yollar bir kez daha azizliğini gösterip onun geçtiği yerleri gizlice temizliyor muydu? Belki de yüreğindeki acı bedenindekileri bastırmaya yetecek kadar büyüktü kim bilir? Haline, giyimine bakılırsa hayat ona çok acı oyunlar oynamıştı.
Yol boyunca düştüğüm buhran beni derinden sarsmış, bu küçük yalınayak kızın beni getirmiş olduğu evin ve bahçenin güzelliğini fark edememiştim. Neden sonra küçük kızın işaret ettiği, bahçede gülleri budayan Hüsnü Amca’yı fark ediyordum. Ben Hüsnü Amca’nın yanına doğru yönelirken küçük kız yine hiçbir söze fırsat vermeden koşarak uzaklaşıyordu. Ardından öylece bakakalıyordum.
Hüsnü Amca hiçbir şaşkınlık ifadesi göstermeden, sanki geleceğimi biliyormuş, tam da beni bekliyormuş gibi yüzüne yayılan gülümsemeyle yanaşıyor, o sımsıcak sesiyle “Hoş geldin oğlum!” diyerek kucaklıyordu beni.
Bu küçük ilçeye tayinimi isteyip Hüsnü Baba’nın yanına yerleşirken arayışlarımız keşifle sonuçlanıyordu. Küçük, yalınayak, dilsiz Fatma’nın ise arayışları bir keşfedişe gebe kalıyordu.  İşte tam da bu yüzden bizim öykümüzün bittiği yerde, dilsiz Fatma’nın öyküsü başlıyordu. 
Nazlı SALUK