HER YOL BİR ARAYIŞ
Işığın aksi değiyordu yılların
yükünün haritalaştırdığı kederli çizgilerine. Ardında kocaman bir küfe,
ağırlığından dizleri iki büklüm. Hayat mı biniyordu sırtına, taşıdıkça
ağırlaşan küfe mi bilinmez.
“Çekme oğul!” diyordu. “Dur, çekme!
Bak gül gibi gençler durur beride.” Hayat yorgunu sesiyle “Çekme oğul!” diyordu.
Bak gül gibi gençler durur beride.” Hayat yorgunu sesiyle “Çekme oğul!” diyordu.
Genç kızlar kıkırdıyor, nineye hak
verircesine poz veriyorlardı merceğe.
“Yıllara meydan okuyan gözlerinin
ışığı vuruyor merceğime nine, çekme deme, çekeceğim. Sen şöyle en fiyakalı
pozunu ver bakalım, gençlere inat çekeceğim seni.”
Gençler bozuluyordu bu sözüme.
“Bekleyin kızlar, sıra size de gelecek.” diyordum, dönüp gidiyorlardı küsercesine.
“Bekleyin kızlar, sıra size de gelecek.” diyordum, dönüp gidiyorlardı küsercesine.
Ninenin çocuksu gözlerine
gülücüklerin en güzeli yayılıyordu. Güldükçe, gözlerindeki ışık derinleştikçe,
yüzündeki çizgiler netleşiyor, daha bir meydan okuyordu yılların su gibi
geçişine. Güldükçe hayat buluyor, adı Hayat oluyordu. Güldükçe güzelleşiyordu
Hayat Nine.
Tüm masumiyetiyle irkiliyordu
birden. “Aman oğul!” diyordu. “Vermeyesin resmimi kimselere. İhsan Deden çok
kızar, bak pek huysuzdur, sakın verme resmimi kimselere.”
Hayat Nine ürküyordu. İhsan Dede
kükrüyordu, fotoğraf düşüyordu yere, ben susuyordum.
Yollar beni bekliyordu, fotoğraflar
dilleniyordu. Yaşadığım her anı, gördüğüm her yeri, bulduğum her kareyi
resmediyordum. Çünkü gördüklerim resmetmeye değiyordu.
Saatime bakıyordum birden ve zamanın
böylesine çabuk geçişine hayıflanıyor vedalaşıyordum bu şirin ilçeyle. Şöyle
son bir kez tepeden bakıyordum Karadeniz’in güzelliğine. Otobüse gecikmemek
için acele ediyordum. Bir taraftan da çevremde hiçbir tur arkadaşımı
görememenin endişesini yaşıyor, her fırsatta fotoğraf çekişime, bu sebeple hep
geç kalışımıza çıkışan otobüs şoförümüzün beni bırakıp gidebileceğinin
kurgusunu oynuyordum.
Geç kalışıma kılıf uydurmanın
senaryosunu çizerken yolun nasıl geçtiğini anlamıyor, birden kendimi buluşma
noktasında buluyordum. Bu kez çark tersine dönüyor, sevgili otobüs şoförümüz
geç kalıyordu.
Otobüsümüzü beklerken çevreme
bakınıyor, merceğimi çevirecek kareler arıyordum. Ancak hiç kayda değer bir
şeyler görünmüyordu ortalarda.
Ben aranırken; küçük, sevimli,
yalınayak bir kız çocuğu yavaşça pantolonumun paçasından çekiştiriyordu. Bu
sevimli güzelliğe tam merceğimi yöneltecekken bana bir kâğıt uzatıyor ve hemen
gözden kayboluyordu. Ardından seslenişlerime hiç aldırış etmiyor, kaçarcasına
hiç ardına bakmadan koşuyordu. Telaşlanıyordum birden ve getirdiği kâğıt
parçasının neyin nesi olduğunu anlamak için sabırsızlanıyordum. Öylesine,
nerden bulunduğu belli olmayan sararmış bir kâğıt parçasının üzerinde
özensizce, acelece karalanmış şu iki cümle beni çağırıyordu.
“Aradığımı buldum, beni beklemeyin.”
Bütün anlamları içinde gizleyen bu
cümle ürkütüyordu beni. Bir süre sonra bu ürpertim bir mutluluk şölenine yerini
bırakıyordu. Çünkü aradığını bulmak demek, mutluluğa kavuşmak demekti. Ben de
sevgili yol arkadaşım Hüsnü Amca’nın hazine bulma heyecanını adeta onunla
paylaşıyor ve altmış yıllık özlemin vuslatla sonuçlanmasının heyecanını
yaşıyordum, aranılan definenin mahiyetini bilmeden üstelik.
Bütün yol boyunca aradığını,
aradığını bulmak için emekli olduğundan beri hep seyahat ettiğini ve umudunu
hiç yitirmediğini anlatıyordu Hüsnü Amca. Umudunu yitirmediğini söylerken
gözlerinin içi pırıl pırıldı; ancak alnında oluşan karmaşık çizgilerse
endişesini gizleyemiyor, her kıvrımın köşesinden bir kaybediş haykırıyordu.
Ne aradığını merak ediyordum.
Söylemiyordu ya da belki de o da bilmiyordu kim bilir? Yaşamında eksiğini
hissettiği, eksiğin ne olduğunu bir türlü çözemediği… Ne ben anlayabilmiştim bu
parçayı ne de o tamamlayabilmişti.
Bunları düşünmek faydasızdı şimdi.
Artık eksik parça tamamlanmış olmalıydı ki Hüsnü Amca bu yolculukta bize veda
etmişti. Hayata güle güle demeden o eksiği tamamlamak ne güzel, ne anlamlı. Ben
tüm bunları düşünürken o kendine özgü kulak tırmalayan sesle otobüs şoförümüzün
şu sözlerini duyuyordum:
“ E, be fotoğrafçı kardeş!
Yokluğunda zaten yoksun; ama be kardeşim varlığında kaybolma bari.”
Ben şoförümüzün bu filozofça
yaklaşımı karşısında küçük dilimi yutarken o düzmecelerine devam ediyor,
kulaklarım tırmalanışın verdiği iç gıcıklığıyla sarsıntıya uğruyordu.
“ Herkes otobüse bindi, yerini aldı,
sen neyi beklersin bilmem ki, Karadeniz’de gemilerin mi battı diyeceğim, sen
bana batan geminin fotoğrafını göstereceksin. He he he!”
Kendince espri yapmış olmanın
sevincini yaşıyordu sevgili şoförümüz. Sigaradan simsiyah olmuş ve gülerek
sergilemekten hiç çekinmediği fırça garibanı dişleriyle öylesine bir karikatür
kahramanı gibi görünüyordu ki doğrusu ben de bu anlamsız espriye gülmeden
geçemiyordum. Birlikte ilk kez ortak bir davranışa girişiyor olmamıza diğer tur
arkadaşlarım da sevinmiş olsa gerek birçoğunun yüzünde tatlı bir gülümseme
beliriyordu otobüse bindiğimizde.
Muavinimiz
hemen tur yolcularını saymaya koyuluyordu ki koltuk arkadaşımın bu noktadan
sonra bize iştirak edemeyeceğini söylemeye hazırlanıyordum ben de. Muavinimiz
ve şoför yaptığım açıklamalara tatmin olmamış olsalar gerek, kendisini vermiş olduğu telefon numarasından birçok
kez arıyor; ancak ulaşamıyorlardı. Neden sonra artık daha fazla
bekleyemeyeceklerine kanaat getiriyor ve yola koyulmaya karar veriyorlardı.
Otobüsümüz
ilerlerken üzerime tarifi imkânsız bir dinginlik çöküyor ve kendimi iyi
hissetmediğimi fark ediyordum. Yorgundum ve kendimi yolların derin boşluğuna
bırakıyor, yollarda uyuklamanın sakin sessizliğiyle baş başa kalıyordum.
Hüsnü
Amca’nın yüzü bir beliriyor bir kayboluyordu. Her belirişinde “Yardım et,
yardım et, lütfen yardım et!” diye sesleniyordu. Ve her kayboluşunda çırpınarak
yardım dileniyordu. Gözlerimi açtığımda bir dinlenme tesisine giriyorduk ve ben
üşüyormuş gibi bir ürperti duyuyordum içimde. Tarifi imkânsız bir huzursuzluk
içindeydim. Rüyalarımın hiçbir anlamı olmazdı genellikle; ama bu rüyanın –rüya
demek rüyalara insafsızlık sayılacağından bu söylemimi değiştiriyordum- bu
kâbusun bir anlamı olmalıydı. Acaba gerçekten Hüsnü Amca zor durumda olabilir
miydi? Yoksa o küçük sevimli yerleşim yeri beni baştan çıkarmaya mı
çalışıyordu? Belki de yıllardır yollarda aradığım sükûneti orada bulmuş, garip
bir huzura kavuşmuştum sanki.
Bu
gelgitlerden geriye tek bir kare yansıyordu hatıralara: Yıllardır çok yakın iki
arkadaşmışız gibi otobüs şoförümüz ile kol kola çektirdiğimiz fotoğraf. Sürekli
geç kalan bir yolcunun sorumluluğunu omuzlarından atmışçasına dimdik biniyordu
otobüse ve koltuğuna büyük bir rahatlıkla oturuyordu. Kolu bedeninden
ayrılırcasına dışarı taşmış, can-ı gönülden el sallıyor, yüzündeki kocaman
gülümsemeyle vedaların en güzelini gerçekleştiriyordu, sevgili eski otobüs
şoförüm.
Üniversite
yıllarından kalma bir alışkanlıkla hiç yabancılık çekmeden geldiğim istikamette
yola çıkıp, yoldan geçen arabalara gidiş yönümü gösteren bir el hareketiyle dur
işareti yapıyordum. Arkası açık kasa bir araba yolları öfkelendirebilecek sert
bir fren darbesiyle duruveriyordu önümde. Hiçbir şey sormadan bir baş
hareketiyle arka kasaya binmem gerektiğini ifade ediyordu. Mısır püsküllerinin
dolu olduğu kasaya yumuşak bir dokunuşla bırakıyordum kendimi. Camdan duyulan
bir Karadeniz türküsüyle koyuluyorduk yola. Türkülerin güzelliğinden mi,
doğanın insana huzur veren esaretinden mi bilinmez yol çabucak geçiveriyordu.
Hissediyordum, bu yol beni yıllardır içimde çığ gibi büyüyen bir boşluğu
doldurmaya doğru götürüyordu.
Arabanın
kasasından heyecanla atlıyor ve Hayat Nine’yi fotoğrafladığım meydana doğru
koşar adımlarla ilerliyordum. Ortalarda kimsecikler yoktu. Üstelik sanki burada
yaşayan herkes bir büyünün etkisiyle uykuya dalmış gibiydi, derin bir sessizlik
hâkimdi her yana. Küçük bir yerdi burası. İlçeye yeni gelen birini elbette
hemen tanırlardı. Öyleyse Hüsnü Amca’nın nerede olduğuna dair bana da birileri
bir ipucu verebilirdi. Rastgele bir sokağa doğru ilerlemeye hazırlanırken o
güzel yüzlü sevimli kız çocuğu çıkıveriyordu karşıma, bana Hüsnü Amca’nın
notunu ileten o sevimli yalınayak kız çocuğu. Hiçbir şey değişmemişti, ayakları
hâlâ çıplaktı, yalınayak. Kâğıdı elime tutuşturduğundaki gibi küçük ve yavaş hareketlerle
pantolonumun paçasını çekiştirdi ve istemsizce beni peşine taktı. Yol boyunca
hiçbir şey konuşmuyor, o önde ben arkada öylece yürüyorduk. Uzaktan
görünüşümüzün oldukça komik olabileceğini düşünüyordum. Çıplak ayakla yerlere
basarken nasıl oluyordu da hiçbir acı hissetmiyordu. Yoksa yollar bir kez daha
azizliğini gösterip onun geçtiği yerleri gizlice temizliyor muydu? Belki de
yüreğindeki acı bedenindekileri bastırmaya yetecek kadar büyüktü kim bilir?
Haline, giyimine bakılırsa hayat ona çok acı oyunlar oynamıştı.
Yol
boyunca düştüğüm buhran beni derinden sarsmış, bu küçük yalınayak kızın beni
getirmiş olduğu evin ve bahçenin güzelliğini fark edememiştim. Neden sonra
küçük kızın işaret ettiği, bahçede gülleri budayan Hüsnü Amca’yı fark
ediyordum. Ben Hüsnü Amca’nın yanına doğru yönelirken küçük kız yine hiçbir
söze fırsat vermeden koşarak uzaklaşıyordu. Ardından öylece bakakalıyordum.
Hüsnü
Amca hiçbir şaşkınlık ifadesi göstermeden, sanki geleceğimi biliyormuş, tam da
beni bekliyormuş gibi yüzüne yayılan gülümsemeyle yanaşıyor, o sımsıcak sesiyle
“Hoş geldin oğlum!” diyerek kucaklıyordu beni.
Bu
küçük ilçeye tayinimi isteyip Hüsnü Baba’nın yanına yerleşirken arayışlarımız
keşifle sonuçlanıyordu. Küçük, yalınayak, dilsiz Fatma’nın ise arayışları bir
keşfedişe gebe kalıyordu. İşte tam da bu
yüzden bizim öykümüzün bittiği yerde, dilsiz Fatma’nın öyküsü başlıyordu.
Nazlı SALUK